YORUMU SİZ YAPIN!
22 Temmuz 2019 08:50:10
Bizde yorumlanacak çok konu var. O kadar çok ki kimi zaman hangi birini yazayım diye kararsız kalıyor insan. Eşit körpelikte iki ot demeti ortasında açlıktan ölen koyuna dönüyorsun bir süre sonra…
Kimi konularda başka köşekadıları da bir şeyler karalıyor, onların görüşünü paylaşınca, aynı şeyi niye yazayım, diyorsun, farklı fikirde olunca da başka bir arkadaşa laf yetiştirmek oluyor diye çekinirsin. Zor iştir böyle işlerde kaş göz yarmadan neticeye ulaşmak.
O zaman çeşitli konulardan bir demet yapmak seçenekler arasında cazibesiyle ön plana çıkıverir.
***
Cristoph Martin Wieland’ın Abderalılar diye bir alegorik romanı vardır.
Bu romanın konusu, Abdera diye bir kent devletinde geçer. Abderalılar sözümona Allah zeka dağıtırken kendi aralarındaki ihtilaflara dalıp gittiklerinden—benzetme bize ait—geç kalmış bir toplum olarak tasvir ediliyor.
Abderalıların belirleyici özelliği, kendi yargılarına fazlaca güvenmeleri, bu yargılara başkalarının da katılmasını beklemeleriymiş. Sözgelimi şehir merkezinde bulunan tanrıça heykelini dışarıdan gelen herkese gösterirler, bunun dünyanın en güzel, en nadide sanat eseri olduklarını anlatırlarmış. Gelen konuk ne yapsın, “He, hı” diyerek onaylamaktan başka çare bulamazmış.
Filozof Demokritos—yoksa Heraklietos olabilir mi aklımda kalmamış—Abdera’da doğmuş, ilim irfan öğrenmeye başka şehir devletlerine yaptığı uzun yolculuklarından dönünce, hemşehrileriyle arasında önemli fikir ayrılıkları çıkmış. Filozof, Abderalı kanaatlerini paylaşmakta direnç gösterdiğinden kendini toplumdan soyutlamaya mecbur kalmış.
Neyse, bir gün bir hekim, kent merkezine uzak bir köydeki hastasını ziyaret için yola çıkıyor. Abdera’dan bu işlerle ilgilenen bir köylünün eşeğini kiralıyor. Hava sıcak, yol uzak. Yolda güneşin hararetini saçsız başında hissedip, yüzünden akan ter gömleğini ıslatmaya başlayınca, eşeği durduruyor ve dümdüz, hiç ağaç bulunmayan ovada, eşeğin gölgesine oturarak serinlemeye çalışıyor. Fakat eşeğin sahibi olan Abderalı köylü, gölge için ek ücret ödemesini istiyor. Hekim eşeği kiraladığını, dolayısıyla gölgesinin de kendine ait olduğunu söylüyor, ama köylüye laf geçiremiyor. Köylü ise eşeğin binek olarak kiralandığını, gölgesini kullanma hakkının bu kira sözleşmesi kapsamında olmadığını söylüyor. Tartışıyorlar, konu mahkemeye aksediyor.
Uzatmayalım, mahkeme duyuluyor, şehir eşekçiler ve gölgeciler olarak ikiye bölünüyor. Şehir idaresinde rakip hizipler davanın birer tarafını sahipleniyor. Derken taraflardan biri, haklılık yüzdesini arttırabilmek için Abdera kentinin resmi mabudu olan Kurbağa Tanrı Latona anısına evinin önüne bir kurbağa havuzu yaptırıyor. Bunu gören komşular, hatta karşıt hiziptekiler de aynını yapıyor. Amaç din unsurunu rakip hizibin eline kaptırmamak.
Derkken şehir kurbağa havuzlarıyla doluyor. Bir noktadan sonra şehirde kurbağadan adım atacak yer kalmıyor. Şehirdeki akademiye soruyorlar, gelen raporda, “Tek yol kurbağaları yemek” deniyor. İnançlarına karşı bu küfrü içlerine sindiremeyen Abderalılar arasında sokak kavgaları vesaire bin türlü huzursuzluk başlıyor. Bakıyorlar ki işin içinden çıkmak mümkün değil, şehri terk etmeye karar veriyorlar.
Yazar, Abderalıların böylece dünyanın dört bir yanına dağıldığını anlatıyor ve “Her yere o kadar dağıldılar ki, nereye giderseniz gidin, bu Abderalılardan birkaç kişi görebilirsiniz” diyerek anlatısını tamamlıyor.
Şimdi bunu niye anlattın diyebilirsiniz. Eh, Ereğli’de yaşayanlar olarak yorumu siz yapın!
AMFİTİYATRO…
Sevgi Barış Dostluk festivalinde—ve daha önce de çeşitli vesilelerle—Cehennemağzı mağaralarında düzenlenen konser etkinliklerine katıldık. Haftaya bir etkinlik daha var. Biliyorsunuz Cehennemağzı dediğimiz yer ilkçağı temsil ediyor. Konserlerin hepsinin klasik müzik konsepti içinde olması, onları düzenleyenlerin bu sanatın modası geçtiğini gösteriyor olabilir mi?
Doğrusu, burada sandalyelerle alınan düzen ne olursa olsun, rahat bir mekan değil. Oysa hemen yan tarafta bir buçuk milyonu aşkın para harcanarak yapılmış kocaman, çok güzel ama kullanılmadığı için çürümeye meyleden bir amfitiyatro var. Eh, o da bir ilkçağ kalıntısı gibi demek ki… Fakat bir arp veya lavta konseri ilkçağda bile mağaralarda değil, amfitiyatrolarda sahnelenirdi.
Oraya her noktasından sahne görülebilen koskocaman bir amfitiyatro inşa edip, amfitiyatro için daha münasip olan konserleri gidip de ilk Hıristiyan rahiplerinin gizlice ayin yaptığı veya pagan Roma ve Yunan geleneğinin Herkül adındaki kahramanının üç tane kafası olan hilkat garibesi köpekle karşılaştığı yerde yapmaktaki inadı anlamak mümkün değil. Yaz aylarındayız. Sahnenin üstü örtülebilir, hatta seyirci kısmının üstü bile örtülebilir ama kimsenin bir gıdım girişimde bulunacağı yok.
Ondan sonra tutmuş, kültürden, sanattan, edebiyattan söz ediyoruz. Hani hiç birimizin gerçekten anladığından değil. Anlıyor gibi görünmek istiyoruz da ondan. Yoksa hem o konser için çuval çuval para harcayıp, Allah’ın taşının altında, çamurlu zeminde konser vermeye uğraşmamızı nasıl izah edebiliriz?
ÇALIŞMAYA ŞİMDİ BAŞLAMAK GEREK
Yağmur yağdı, hasarlar giderilmeye çalışılıyor. Bu da tamamlanır veya dostlar alışverişte görsün babından bir iki hamle yapılır, kalanlar köşelerine çekilip kendi yaralarını yalamaya devam etmeye mecbur kalırlar. Düzen böyle kurulmuş çünkü.
Fakat akıl başka türlüsünü söylüyor. Yağmurun dindiği andan itibaren, hasarı giderme çalışmaları daha sonar ermeden başka türlü hazırlıklara girmek şart. Sel afetinden olumsuz etkilenen yerlerin, bir sonraki afette—ki küresel ısınma sürdükçe, daha sık yaşama ihtimalimiz var bunları—aynı şeyi yaşamamak için yapılması gerekenler konusunda çalışmamız gerek. Çalışma dediğiniz şeyin bize düşen kısmı aha buradan yazmak. İcra ile yetkilendirilmiş kamu kurumlarının yağmur bitti rahat ettik havasına girmesi ise doğru değil. Tam hava açmışken, bir sonraki sel için kritik bölgelerin haritasını çıkarmak, bu konuda yapılması gereken yatırımlar konusunda adımlar atmak şart.
Şart amma kime diyorsun? Bilmem böyle bir aklıevvellik bizim gibi sen ben kavgasıyla ömür çürütmüş topluluklarda mümkün müdür? Kararı siz verin.
YERLEŞTİRMELER…
Bugünlerde liseye başlayacak öğrencilerin yerleştirme işlemleri yapılacak.
Bir takım veliler şöyle düşünüyor. Çocuk fen lisesi veya üst düzey bir okula giderse, üniversite sınavı sorunu çözülmüş olacak. İlgisi yok. En iyi okula da gitse, kimsenin beğenmediği bir okulda da kalsa, önümüzdeki dört sene çocuklar her zamanki gibi yarış atı ciddiyetiyle çalışmak zorundalar. Burada elde edilecek şey ufak bir avantaj aslında.
Yine de yerleştirme yapılırken, sınavla alan okullar dışındakiler son derece subjektif kriterlerle—okul notu objektif değildir, aynı başarı seviyesindeki öğrencilerin notları aynı olmayabiliyor çünkü—okullara kayıt yaptıracak. Velhasılkelam, eğitim sistemi deyince, hayata negatif bakan bir yorumcunun ifade ettiği gibi, “İki eksik var eğitim sisteminde; eğitim ve sistem.”
Oscar Wilde, “Kimi zaman okula gitmek için eğitimime ara verdiğim olmuştur,” diyor. Eğitim süreçlerini gençlerin kuralları öğrenmesi ve itaat etmesi için yürütülen bir süreç olmaktan çıkarıp, özgürleşme ve bilim hedeflerine yöneltemezsek, Wilde’nin haklı olduğunu kabul etmekten başka çaremiz kalmayacak demektir.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
ETİKETLER : Yazdır
Diğer Yazıları
© degisimmedya.com
İletişim Bilgileri Künye İstek, Şikayetleriniz İçin Tıklayın Tüm hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. Tel : 0 372 322 27 30
E-posta: info@degisimmedya.com